Limit Aşımı: Neden Uygarlığı Kurtarmak İçin Artık Çok Geç?
Kötü haberlerim var. Medeniyet çökecek.
Bu makale, Alan Urban’ın bu yazısından çevirilerek uyarlanmıştır.
Kötü haberlerim var. Medeniyet çökecek. 1000 yıl veya 100 yıl sonra değil, bugün yaşayan çoğu insanın ömrü içinde.
Bu, insan neslinin tükeneceği veya kıyametin kopacağı anlamına gelmiyor, ancak en azından milyarlarca insan hastalık, şiddet, açlık, susuzluk, doğal afetler ve savaştan ölecek.
Bunu nereden mi biliyorum? Çünkü çöküş çoktan başladı.
Küresel endüstriyel medeniyetimiz en az 50 yıldır çöküşe doğru gidiyor. İnsan nüfusu bu kadar zaman önce limit aşımına uğradı, ki bu kavram, 21. yüzyılda bizi bekleyen dehşeti anlamak için kritik.
Limit Aşımı nedir?
Ekolojik limit aşımı bir canlı türünün talepleri ekosistemin yenilenme kapasitesini aştığında olur. Tür çoğaldıkça ekosistemi daha hızlı tüketir ve nüfus hızla artar. Sonunda, yiyecek bir şey kalmadığında, nüfus çöker.
Bu, zamanımızın meta sorunudur, diğer sorunların altında yatan temel sorundur. İnsanlar dünyanın karşı karşıya olduğu büyük sorunlardan bahsederken, genellikle iklim değişikliğine, nesli tükenen canlılara, dünya savaşı veya nükleer savaş tehdidine odaklanırlar, ancak bu sorunların tümü yalnızca limit aşımının belirtileridir. Yine de çoğu lider ve politikacı bu kavramı hiç duymadı bile.
Anlamanıza yardımcı olmak için, Alaska kıyılarındaki bir adada meydana gelen klasik bir limit aşımı örneğine bir göz atalım.
St. Matthew Adası Ren Geyiği Sürüsü
St. Matthew Adası, Bering Denizi'nin ortasında, en yakın Alaska köyünden 200 mil uzakta, 128 mil karelik tundra iklimine sahip bir bölgedir. Alaska'nın yerleşim yerlerinden en uzak toprağı olduğu söylenir.
Ada 2. Dünya Savaşı'ndan önce boştu. Sonra 1944'te Sahil Güvenlik adada bir istasyon kurdu ve istasyonu işletmek için adaya 19 adam koydu. Sahil Güvenlik, adamların yedek bir yiyecek kaynağı olduğundan emin olmak için adaya 29 ren geyiği saldı.
Ada geyikler için cennet gibiydi. Yırtıcı hayvan yoktu, her yerde çimen vardı ve ağaç gövdeleri, ren geyikleri için şeker gibi olan liken yosunlarıyla kaplıydı.
İkinci Dünya Savaşı sona ermeye başladığında, istasyon boşaltıldı ve ren geyikleri geride kaldı. Sonraki on yılda, hızlı bir şekilde üremeye başladılar.
On üç yıl sonra, 1957'de, ABD Balık ve Yaban Hayatı Servisi için çalışan bir biyolog olan Dave Klein, St. Matthew Adası'nı ziyaret etti. O ve asistanı hepsi de çok iyi besili görünen yaklaşık 1.350 ren geyiği saydı. Birkaç inç kalınlığındaki liken tabakalarıyla ada, ren geyiği nüfusunun üstel artışla katlanarak artması için bol miktarda yiyeceğe sahipti.
1963'te Klein, diğer üç bilim insanı ile adaya döndü. Gelir gelmez her yerde ren geyiği gördüler. İnanılmaz bir şekilde, 6.000 ren geyiği saydılar. Ancak geyikler eskisi kadar besili ve sağlıklı görünmüyordu ve arazi aşırı otlanma belirtileri gösteriyordu.
Klein 1966'da tekrar döndü ve bulduğu şey dehşet vericiydi. Ada geyik iskeletleriyle kaplıydı, geriye sadece 42 canlı geyik kalmıştı ve bunların hepsi de bir deri bir kemikti. Bu, nüfusun sadece birkaç yıl içinde %99 oranında düştüğü anlamına geliyor.
Peki bu neden oldu? Çoğu insan bu hikayeyi duyduğunda şaşırır. Ren geyiği nüfusu neden adanın kaldırabileceği son seviyeye kadar artıp, sonra sabit kalmadı?
Cevap limit aşımı. Çoğu insan, bir adada 6.000 geyik yaşıyorsa, adanın geyik taşıma kapasitesinin, yani sürekli ve kalıcı olarak destekleyebileceği geyik nüfusunun 6.000 civarında olması gerektiğini düşünür. Gerçekte, taşıma kapasitesi muhtemelen 1.000 veya 2.000 civarındaydı. Geyik nüfusu, yerel bitki örtüsünün yenilenebileceğinden daha hızlı büyüdü.
Peki geyik nüfusu neden bu kadar hızlı arttı? Üstel büyüme yüzünden. İnsanlar genellikle büyümeyi istikrarlı ve doğrusal olarak düşünme eğilimindedir, ancak canlılar bu şekilde büyümez. Yırtıcı hayvanlar, hastalıklar veya yiyecek azlığı gibi sınırlayıcı faktörler olmadığı sürece, bir canlı nüfusu bir şey onu durdurana kadar ikiye katlanmaya devam eder.
St. Matthew Adası örneğinde, geyik nüfusu, büyümenin yavaşlamaya başladığı 1960 yılına kadar her 2-3 yılda bir ikiye katlandı. Sonunda, yiyeceğin %99'u bittiğinde, toplu bir ölüm meydana geldi ve sadece 42 ren geyiği hayatta kaldı.
Bu, bir ren geyiği sürüsünün limit aşımıyla karşılaştığı tek zaman değil. Benzer olaylar Alaska yakınlarında St. Paul Adası’nda ve Arizona'da Kaibab Platosu’nda da yaşandı.
Şimdi tarih boyuncaki insan nüfusuna bir bakın ve kendinize "Bundan sonra ne olacak?" diye sorun.
Nüfus Bombası
Tarihin başlarında insanlar genel olarak avcı-toplayıcıydı ve bu yaşam tarzıyla gezegenin taşıma kapasitesine çoktan ulaşmıştı. O zamanlar dünya sıcaklığı çılgınca değişiyordu, bir bin yıldan diğerine birkaç santigrat derece yukarı-aşağı oynuyordu.
Sonra çok güzel bir şey oldu: Dünya'nın iklimi inanılmaz derecede istikrarlı hale geldi ve sonraki dönemde, ta 20. yüzyıla kadar, ortalama küresel sıcaklık 1 derecelik bir aralıktan dışarı çıkmadı. Bu dönem Holosen olarak biliniyor.
Bu istikrarlı yeni dönemde hava çok daha öngörülebilir hale geldi. Değişen kuraklık ve sel dönemleri yerine, çiftçiler artık her yıl aşağı yukarı aynı miktarda ve düzende yağış bekleyebilir oldular. Bu, tarlaların hızla genişleyerek gezegenin insan taşıma kapasitesini büyük ölçüde artırmasına izin verdi.
Yavaş ama emin adımlarla insan nüfusu artmaya başladı (yılda yaklaşık %0,04 büyüme oranıyla). Ancak yine de büyümeyi kontrol altında tutan sınırlayıcı faktörler vardı. Savaşlar ve hastalıklar gibi şeyler.
Ne olursa olsun, nüfus artmaya devam etti ve 1700'lerde büyüme üstel hale gelmeye başladı. İnsanlar, daha fazla mal üretmelerini sağlayan suyla çalışan çıkrık ve buhar makinesi gibi yeni şeyler icat ettiler. 1800'lerde elektrik jeneratörleri ve ampüller gibi daha da fazla icat ortaya çıktı.
Bu icatlarla ilgili en önemli şey, insanların daha fazla enerji toplamasına izin vermeleridir. Daha fazla enerji, daha fazla mal ve daha fazla yiyecek anlamına gelir. İnsanların yaşam standardı yükseldikçe, daha fazla çocuk sahibi olabildiler ve bu da nüfusun daha da hızlı büyümesine neden oldu.
1800'lerin sonlarına kadar birincil enerji kaynakları odun, kömür ve balina yağıydı. Ancak 1900'lerin başında tüm Amerika'da petrol yataklarının keşfedilmesiyle her şey değişti. Petrol çok farklı şekillerde kullanılabiliyordu ve kömürün iki katı enerji yoğunluğuna sahipti. Ayrıca, çıkarılması kömüre göre çok daha kolaydı.
Tüm bu yeni enerji ile yaşam standartları ve nüfus ivmeli şekilde arttı. Birdenbire insanlar otomobiller, radyolar, uçakları ve televizyonlar icat etmeye başladılar. Sonsuza kadar yetecek kadar enerji varmış gibi görünüyordu.
Ancak, bolluk çağının sonsuza kadar sürmeyeceği konusunda uyarıda bulunanlar da vardı. 1968'de iki biyolog, Paul Ehrlich ve eşi Anne Ehrlich, Nüfus Bombası adlı bir kitap yazdılar. Kitap, çok geçmeden aşırı nüfusun dünya çapında kıtlığa yol açacağını uyarısında bulunuyordu. O zaman bu uyarı makul görünüyordu, çünkü dünyanın en iyi tarım arazilerinin çoğu zaten kullanılıyordu ve nüfus artış hızı yılda %2'nin üzerine fırlamıştı.
Kitabın ilk baskıları şu ifadeyle başlıyordu:
İnsanlığın tümünü besleme savaşı kaybedilmek üzeredir. Şu anda [devlet tarafından] hangi program başlatılırsa başlatılsın, 1970’lerde yüz milyonlarca insan açlıktan ölecek. Bu tarihte beklenen dünya ölüm oranındaki artışı hiçbir şey engelleyemez.
Elbette Ehrlich'in yanıldığı ortaya çıktı ve o zamanlar sadece 3,5 milyar olan nüfus bugün 8 milyarın üzerine çıktı.
Yani bu hepimizin rahatlayabileceği ve aşırı nüfus hakkında endişelenmeyi bırakabileceğimiz anlamına mı geliyor? Bunu söylemek pek mümkün değil. Ehrlich yanılmıştı çünkü 1970'lerde başlayan Tarım Devrimi’ni tahmin edememişti.
Çiftçiler, doğal gazdan elde edilen fosfor ve amonyak gibi yeni kimyasal gübreler ve petrolden elde edilen böcek ve bitki ilaçları gibi zirai kimyasalları kullanmaya başladılar. Bunlara ek olarak, ekimi ve hasadı otomatize eden yeni tarım araçları ve ekipmanlarını kullanmaya başladılar.
Ama hepsi bu kadar değil. Geçmişte, bir kuraklık çok daha düşük bir mahsul verimi anlamına geliyordu, ancak yeni teknolojiler çiftçilerin derin yeraltı su kaynaklarından su pompalamasına izin verdi. Ayrıca bilim adamları, doğada daha önce hiç var olmayan yeni yüksek verimli mahsul çeşitleri ve hibrit tohumlar geliştirdiler.
Kilit bilim adamlarından biri, 1970'te Nobel Barış Ödülü'nü kazanan ve bir milyardan fazla insanı açlıktan kurtarmakla tanınan Norman Borlaug'du. Tarım Devrimi olmasaydı, dünya nüfusu muhtemelen 4 milyar civarında bir yerde zirve yapacaktı.
Limit Aşımı ve Çöküş
Tüm bu yeni teknolojiler ve enerji kaynakları sayesinde, insanlar gezegenin insan taşıma kapasitesini büyük ölçüde artırdı. Ancak bu artan taşıma kapasitesi bir yanılsama. William R. Catton, “Limit Aşımı: Devrimci Değişimin Ekolojik Temeli” kitabının yazarı, buna "hayali taşıma kapasitesi" diyor.
8 milyar insanı doyurabilmemiz tamamen petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlara bağlı. Bunları tükenmeye başladığında, çok daha pahalı hale gelecekler, bu da diğer her şeyin - özellikle gıdanın - çok daha pahalı hale geleceği anlamına geliyor.
Pik Petrol
Pik petrol, petrol üretiminin zirve yapıp düşüşe geçeceği noktadır. Gezegende sınırlı miktarda petrol olduğu için, pik petrol petrolün tükeneceği 2052 yılından önce eninde sonunda yaşanacak. Tek soru bunun ne zaman olacağı. Ama şu anda, pik petrolün birkaç yıl önce, 2020’de gerçekleştiğine dair işaretler var bile.
Tabii ki, petrol şirketleri yeni petrol sahaları keşfetmeye devam ediyor, ancak onları talebe ayak uyduracak hızda keşfedemiyorlar. Aslına bakarsanız, yeni petrol keşifleri son 75 yılın en düşük seviyesinde. Suudi Aramco bile - dünyanın en büyük petrol üreticisi - yedek kapasitelerinin "son derece düşük” olduğu ve fiyatların olağandışı bir talep durumunda hızlıca fırlayabileceği hakkında uyarı yaptı.
Eğer gerçekten zirve petrole ulaştıysak, o zaman başımız büyük belada demektir. Daha önce de açıkladığım gibi, nüfus artışı doğrudan enerji kullanımına bağlıdır. Bol miktarda ucuz enerji olmadan, nüfusumuzu büyütmeye ve hatta sürdürmeye bile devam edemeyiz. "Hayali taşıma kapasitesi" bu demek.
Güneş panelleri, rüzgar türbinleri ve elektrikli araçlar gibi yeni teknolojilere geçtiğimiz için pik petrol konusunda endişelenmemize gerek olmadığını söyleyenler var. Bununla birlikte, geçiş yeterince hızlı olmuyor ve sözde yenilenebilir enerjileri üretmek için hâlâ fosil yakıtları kullanıyoruz (örneğin içlerindeki plastik petrolden yapılıyor).
Ayrıca, tüm bu yeşil enerji, başka bir sınırlı kaynak gerektiriyor: nadir toprak metalleri. Petrolle ilgili harika olan şey, tüm enerjinin zaten içinde depolanmış olmasıdır. Ancak yenilenebilir enerjiyle, güneş parlamıyor ve rüzgar esmiyorken bile araç kullanabilmek ve evlerimize güç sağlayabilmek için enerjiyi pillerde depolamamız gerekiyor. Piller için de lityum, kobalt ve nikel gibi metallere ihtiyacımız var.
Fakat yeni araştırmalar gösteriyor ki, dünyanın yenilenebilir enerjiye geçmesi için toprakta yeterince nadir toprak metali yok. Yenilenebilir enerji, bir çözüm olarak kamuoyunda yaygınlıkla kabul edilirken kimsenin böyle bir sorun çıkabileceğini tahmin etmemiş olması insanı hayrete düşürüyor.
Yenilenebilir enerji devrimi için yeterli metal olsa bile, bu kadar büyük ölçekte gıda yetiştirmeye devam etmek için hala doğal gaza ihtiyacımız var. Bunun nedeni Haber-Bosch işlemi. Bu teknolojik gelişme bize doğal gazdan amonyak üretme yeteneği verdi ve amonyak gübre oluşturmak için kullanılıyor (bahsettiğimiz Tarım Devrimi’nin önemli bir parçası da bu).
Dünyanın tarımının yaklaşık %50’si bu şekilde üretilen gübreye bağlı. Bunun yerini alabilecek bir şey yok. Bu nedenle gübre fiyatları, onlara bağlı olarak da gıda fiyatları giderek yükseliyor, çünkü doğal gaz son dönemde çok pahalandı. 2060’ta doğal gazın tükenmesi bekleniyor. O zaman dünya nüfusunun yarısına ne olacak?
İnsanlar esasen kendilerini bir köşeye sıkıştırdılar. Nüfusu korumak için fosil yakıtları kullanmaya devam etmeliyiz, ancak bunu yaparsak, sonunda fosil yakıtlarımız tükenecek ve nüfus çökecek. Elbette, daha fazla yenilenebilir enerji ve daha az fosil yakıt kullanmaya çalışabiliriz, ancak bu yalnızca kaçınılmaz olanı geciktirir.
Bu karmaşadan kurtulmanın bir yolu yok.
Azalan Taşıma Kapasitesi
Bu bilgi ne kadar ürkütücü olsa da durum düşündüğünüzden daha da kötü.
Bir tür, içinde bulunduğu ekosistemin taşıma kapasitesini aşarak limit aşımı yaşadığında, ekosistemin taşıma kapasitesi düşer. Bunu daha açık hale getirmek için, St. Matthew Adası'ndaki ren geyiklerine bir kez daha göz atalım.
Geyikler çoğunlukla ilkbahar ve yaz aylarında ot, ardından sonbahar ve kış aylarında liken yerlerdi. Kış aylarında, çim kökleri ilkbaharda yeniden büyümeye başlayana kadar uykuda kalırdı.
Bir noktada çok fazla geyik vardı ve yeterli ot yoktu. Geyikler bütün otları yiyip daha fazla liken bulamayınca ot köklerini kazıp onları da yediler. Bu sayede kışı atlattılar ama bu, baharda daha az ot yetişmesi anlamına geliyordu.
Bu, limit aşımı ve sonrasında azalan taşıma kapasitesinin klasik bir örneğidir. Geyikler, adanın limit aşımından önceki taşıma kapasitesinden daha az geyiği destekleyebileceği noktaya kadar bitki örtüsünü yediler. İşte ne demek istediğimi gösteren bir grafik:
Ren geyiklerinin St. Matthew Adası'nın taşıma kapasitesini azaltması gibi, insanlar da Dünya’nın taşıma kapasitesini azalttı. İşaretler her yerde.
Üst toprak oluşumundan daha hızlı erozyona uğruyor. Çiftçiler 19. yüzyılda Orta Batı Amerika'da toprağı traktörlerle sürmeye başladıklarından beri, 50 milyar tondan fazla üst toprak erozyona uğradı.
ABD Tarım Bakanlığı’na göre, erozyon oranı, sürdürülebilir seviyenin iki katı. Bazı uzmanlar, 60 yıldan az sürede tüm üst toprağın kaybolacağına inanıyor, bundan sonra tarım yapmak neredeyse imkansız olacak.
Akiferler, yeraltı suları, dolduklarından daha hızlı boşalıyorlar. Bu çok endişe verici, çünkü akiferler gezegenin içme suyunun üçte birini ve gezegenin sulu tarımının neredeyse yarısını sağlıyor.
Örneğin, Amerika’da tarımda kullanılan suyun %40’ını sağlayan, 8 eyaletin altını kaplayan Ogallala akiferi sadece 20 yıl içinde neredeyse yok olmuş olabilir. Bundan sonra, Amerikan çiftçileri işsiz kalacak. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler kendi akiferleriyle aynı sorunla karşı karşıya.
Ormanlar yeniden büyüyebileceklerinden daha hızlı kesiliyor. Ormanlar sadece mobilya, inşaat malzemeleri ve diğer ahşap ürünlerin üretimi için kullanılmıyor. Ayrıca enerji için de kullanılıyorlar.
Avrupa Birliği’nde, yeniden büyüyebilmeleri nedeniyle enerji için ağaçların yakılması sürdürülebilir olarak kabul ediliyor. Sorun şu ki, ağaçlar yeniden büyüyebileceklerinden daha hızlı yakılıyorlar. Havanın ve suyun temizlenmesi için ormanlar gerektiği için bu hem atmosfer, hem su kaynakları için çok kötü. Kelimenin tam anlamıyla yaşam destek sistemimizi yakıyoruz. Dikkat edin, aşırı kuraklıklar ve sıcaklar nedeniyle topyekün ölen ormanlar ve küresel ısınmanın tetiklediği orman yangınlarına girmiyorum bile.
3 yıl önce bilim adamları, sadece ormansızlaşma hızına bakarak insanlığın önümüzdeki 20 ila 40 yılı nüfus çöküşü yaşamadan atlatma ihtimalinin sadece %10 olduğunu buldular. Ormansızlaşma şu anki hızıyla devam ederse, Amazon yağmur ormanları gibi yerler çimenli savanlara dönüşerek tüm gezegenin daha da hızlı ısınmasına neden olacak.
Bitki türlerinin nesli normalden 350 kat daha hızlı tükeniyor.
Uçan böceklerin en az %75’i son otuz yılda yok oldu. Ve sadece uçan böcekler değil. Son 75 yılda karasal böceklerin yaklaşık yarısını kaybettik. Dünya tarımının üçte birinin tozlayıcı böceklere bağlı olduğunu düşündüğünüzde bu korkutucu.
Kuşlar ve sürüngenlerin besin kaynağı böceklerdir, böcekler kayboldukça onlar da ölür. Ve kuşlar ve sürüngenler gibi küçük hayvanlar olmadan, daha büyük hayvanlar da ölmeye başlar. Son 50 yılda dünyadaki tüm yaban hayatının %69'unun yok olmasının bir sebebi de zaten bu.
Fitoplanktonlar gezegenin oksijeninin yarısının üretiminden sorumlu deniz canlıları ve sualtı besin zincirinin temelindeler, ve nüfusları 1950'den beri %40 azaldı. Bu, deniz canlılarının %90'ının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olmasının temel sebeplerinden biri.
Balıklar yeniden üreyebileceklerinden daha hızlı avlanıyor. Bu, geliri deniz ürünlerine bağlı dünya nüfusunun %10'unun yanında, diyetlerindeki proteinin önemli bir kısmı balıktan gelen 3 milyar insan için çok kötü bir haber.
Yani, eğer tarım arazilerinin ve yer altı su kaynaklarının kaybını deniz ürünleri ile telafi edebileceğimizi düşündüyseniz, tekrar düşünün. Okyanuslarda 2048 yılında neredeyse hiç balık kalmaması son derece mümkün.
Ve tabi ki, fosil yakıtlar yenilenebileceklerinden çok daha hızlı çıkarılıyor. Güneş ışığının fosil yakıtlar şeklinde depolanması binlerce yıl alır, bu nedenle insanlık için fosil yakıtlar tek kullanımlıktır desek yanlış olmaz. Bir kere gittikten sonra çok uzun bir süre dönmeyecekler. Ve öyle görünüyor ki tüm kolay erişilebilen fosil yakıt kaynaklarını çoktan tükettik.
Tüm bu teknoloji, insanların gezegenin taşıma kapasitesini büyük ölçüde artırmasına izin verdi, ancak bu geçici bir artış. Teknoloji yalnızca çöküşü geciktirir, bu da çöküş bir kez geldiğinde çok daha hızlı gerçekleşmesini sağlar.
Dünya Limit Aşımı Günü
Bu noktada cevaplamamız gereken iki büyük soru var. Birincisi: Dünya'nın taşıma kapasitesini aştık mı?
Küresel Ayak İzi Ağı tarafından yapılan araştırmalara bakarak cevap için bir ipucu alabiliriz. Ağ, her yıl, insanların o yıl içinde gezegenin üretebileceği tüm doğal kaynakları tükettiği tarihi hesaplıyor. Buna Dünya Limit Aşımı Günü deniyor, ve geçen yıl bu gün 28 Temmuz'du.
Bu, medeniyetimizin geçen yıl 28 Temmuz'dan sonra işlemeye devam etmek için, insanlar gelmeden önce birikmiş olan kaynakları tükettiği anlamına gelir. Az önce bahsettiklerimiz gibi kaynaklar: üst toprak, akiferler, ormanlar, deniz ürünleri ve fosil yakıtlar. Eninde sonunda hepsi gitmiş olacak.
Açıkça görülüyor ki zaten limit aşımındayız, ancak ne kadar süredir limit aşımındayız? Şuna bir göz atın:
Gördüğünüz gibi, 1971'den beri limit aşımındayız. 50 yıldan beri. O zamanlar dünya nüfusu yaklaşık 3,7 milyardı, bu da dünyanın gerçek insan taşıma kapasitesinin 3,7 milyarın altında bir değer olduğunu gösteriyor.
Tabi bu insanların yaşam tarzlarına göre değişir. Dünyadaki herkes Bangladeş'teki insanlar gibi yaşasaydı, Dünya Limit Aşımı Günü olmazdı bile. Ama dünyadaki herkes ABD’deki insanlar gibi yaşasaydı, o zaman Dünya Limit Aşımı Günü 13 Mart'ta olurdu. Ama biz burada dünya nüfusuna bir bütün olarak bakacağız.
Büyümenin Sınırları
Limit aşımı ve nüfusun çöküşü el ele gider. Gezegenimizin taşıma kapasitesini aştığımızda, çöküş kaçınılmazdır.
Şimdi cevaplamamız gereken ikinci soruya gelelim: İnsan nüfusunun çökmesine daha ne kadar var?
Bunu cevaplamak için, 1972 yılında MIT tarafından yürütülen ve Club of Rome tarafından yayınlanan araştırmaya bir göz atalım. Araştırmacılar, endüstriyel uygarlığın temel kaynakları tüketmeden önce daha ne kadar devam edebileceğini öğrenmek istiyorlardı. Bunu anlamak için beş faktöre baktılar: kaynaklar, endüstriyel üretim, kirlilik, gıda ve nüfus.
Gerekli verileri topladıklarında, birbirlerini nasıl etkilediklerini öğrenmek için bu beş faktör arasındaki etkileşimleri simüle eden bir sistem dinamiği modeli olan World3 adlı bilgisayar modelini geliştirdiler.
Birkaç farklı senaryo yürüttüler. Örneğin, daha sürdürülebilir bir şekilde yaşamaya başlarsak ne olur? Veya gezegenin taşıma kapasitesini artırmanın yeni yollarını bulursak? Ya da hiçbir şey yapmazsak ve her zamanki gibi devam edersek?
Her zamanki gibi devam senaryosuna göre, ekonomik büyüme 2030'larda zirveye ulaşacak ve medeniyet 2040 civarında çökmeye başlayacaktı.
Araştırmacılar öğrendikleri her şeyi derlediler ve Büyümenin Sınırları adlı bir kitapta yayınladılar. Kitap kısa sürede en çok satanlar arasına girdi ama aynı zamanda çok tartışmalıydı.
Politikacılar, ekonomistler ve iş dünyasının liderleri, ekonomik büyümenin sınırları olabileceği fikrine öfkelendiler, ki bu mantıklı, çünkü onların işi seçmenleri ve yatırımcıları mutlu etmek için hızlı ve sınırsız ekonomik büyüme sağlamak. Yazar Upton Sinclair'in dediği gibi, "Bir adamın geliri bir şeyi anlamamasına bağlıysa, o şeyi anlamasını sağlamak zordur."
Bu araştırma 50 yıl önce yapıldığından, şimdi son 50 yılın verilerine bakabilir ve araştırmacıların gerçekte ne kadar doğru olduklarını görebiliriz. Harvard Üniversitesi'nde öğrenci olan Gaya Herrington da tam olarak bunu yapmaya karar verdi.
Herrington şöyle diyor:
Pek de sevindirici olmayan bir çöküş ihtimali karşısında, MIT araştırmacılarının yürüttükleri senaryoların hangisinin bugün elimizdeki verilerle en uyumlu olduğunu merak ettim. Ne de olsa, yayınladıkları kitap 70'lerde çok satanlar arasındaydı ve şu anda, bir karşılaştırmayı anlamlı kılacak birkaç on yıllık veriye sahibiz. Ama şaşırtıcı bir şekilde, böyle hiçbir karşılaştırma girişimi bulamadım. Bu yüzden bu işi kendim yapmaya karar verdim.
Herrington, yüksek lisans tezi için on faktöre baktı:
Nüfus
Doğum oranları
Ölüm oranları
Endüstriyel üretim
Gıda üretimi
Hizmetler
Yenilenemez kaynaklar
Kalıcı kirlilik
Refah seviyesi
Ekolojik ayak izi
Bulduğu şey korkunçtu. Görünüşe göre insanlık, her zamanki gibi devam senaryosunu diğer tüm senaryolardan daha yakın şekilde takip ediyor.
Tabii ki, hiçbir çalışma mükemmel değildir. Nüfus 2030'dan önce azalmaya başlayabilir veya 2030'dan birkaç yıl sonrasına kadar azalmayabilir. Ama ne olursa olsun, önümüzdeki birkaç on yıl içinde dünya nüfusunun azalacağı kesin görünüyor.
Yüzlerce yaşında değilseniz, dünya nüfusunun azaldığı bir dönemde hiç yaşamamışsınız demektir. İspanyol gribi veya 2. Dünya Savaşı gibi korkunç zamanlarda bile nüfus artmaya devam etti. Azalmaya başladığında, muhtemelen şimdiye kadar gördüğümüz hiçbir şeye benzemeyen bir kıtlıktan dolayı azalacak.
İklim Değişikliği
Daha önce 8 milyar insanı besleme kabiliyetimizin tamamen fosil yakıtlara bağlı olduğunu söylemiştim. Bununla birlikte, ihtiyacımız olan başka bir şey daha var: istikrarlı hava koşulları. Ancak iklim değişikliği yüzünden, istikrarlı hava koşulları da ortadan kalkıyor.
Pek çok insan iklim değişikliğini zamanımızın en büyük sorunu olarak görüyor, ancak gerçek şu ki iklim değişikliği sadece limit aşımının bir semptomudur. Esasında bir atık yönetimi sorunudur.
İnsanlar binlerce yıldır odun ve kömür yakıyorlar, ancak ağaçlar ve okyanuslar her zaman fazla karbondioksiti emebiliyordu.
Sanayi devriminden beri, karbondioksit ve diğer sera gazlarını o kadar hızlı yayıyoruz ki, gezegenin hepsini emmesi mümkün değil. Okyanuslar çoğunu emdi, ancak bu onların daha asidik hale gelmesine ve bunun sonucunda mercan resiflerinin yok olmasına sebep oldu. Ormanlar eskiden fazla karbondioksitin çoğunu emerdi, ancak şu anda o kadar hızlı kesiliyor ve yakılıyorlar ki artık karbondioksiti emmek yerine bir karbondioksit kaynağı olarak görev yapıyorlar.
Yaklaşık 30 yıllık Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı zirvelerine ve ulusların karbon emisyonlarını azaltma taahhütlerine rağmen, işler her zamankinden daha kötü. Hatta, 34 yıl önce bilim adamlarının küresel ısınmanın tehlikeleri hakkında ABD Kongresine ilk kez ifade vermelerinden bu yana, o zamandan önceki tüm tarih boyunca yaydığımızdan daha fazla sera gazı yaydık.
Atmosferde dolaşan tüm bu sera gazlarının bir sonucu olarak, güneşten gelen ısı giderek daha fazla atmosferde tutulacak ve sıcaklıklar sadece doğrusal olarak değil, katlanarak artacaktır.
1800'lerin sonlarından bu yana dünya yaklaşık 1,2°C ısındı, ancak bu ısınmanın yarısı son 30 yılda gerçekleşti. Bu, küresel sıcaklık artışının son 30 yılda ikiye katlandığı anlamına geliyor, ve önümüzdeki 30 yılda tekrar ikiye katlanacak gibi görünüyor. Klasik üstel büyüme.
Pek çok insan iklim değişikliğinin doğal bir süreç olduğunu söylüyor ve haklılar. Daha önce bahsettiğim gibi, iklim değişikliği Dünya var olduğundan beri yaşanıyor. Ancak, Dünya’ya bir meteor çarptığı zamanlar hariç, iklim hiçbir zaman bu kadar hızlı değişmemişti.
Son 7 yıl kaydedilen tarihin en sıcak 7 yılıydı. Sadece sıcaklıkların ne kadar hızlı yükseldiğine bir bakın:
Bu normal değil. İnsanlar çevreyi o kadar şiddetli bir şekilde etkiledi ki, birçok bilim insanına göre Holosen dönemi sona erdi ve şu anda Antroposen denen yeni bir döneme giriyoruz.
Antroposende ne bekleyebiliriz? Eh, zaten şu ana kadar 1,2°C'lik bir ısınmayla gördüğümüz rekor kıran kuraklıklar, seller, sıcak hava dalgaları ve biyoçeşitlilik kaybı göz önüne alındığında, önümüzdeki 30 yılda sıcaklık artışı yeniden ikiye katlandığında işlerin ne kadar kötü olacağını ancak hayal edebiliyoruz.
Hızlanan Çöküş
İklim değişikliği diye bir şey olmasaydı bile, önümüzdeki birkaç on yılda yine de çöküşe doğru gidiyor olacaktık. Ama ne yazık ki, iklim değişikliği son derece gerçek, ve çöküşü sadece hızlandıracak.
Bahsettiğimiz akiferlerin boşalması bunun harika bir örneği. Tüm yeraltı sularımızı hızla tüketiyoruz, ancak yaşanan kuraklıklar olmasaydı buna gerek kalmayacaktı. Şu anda, dünyanın her yerindeki ülkeler yüzyıllardan beri en kötü kuraklıklarından bazılarını yaşıyor, ki bu, iklim bilimcilerinin onlarca yıldır tahmin ettikleri bir şey.
Kuraklık nedeniyle tüm dünyada mahsul verimi giderek düşüyor. Seller çiftçileri sıkıntıya sokuyor. Yakın zamanda, Pakistan'ın buğday ambarının yarısı, 70 yılın en kötü seliyle mahvoldu. Dünyadaki diğer tahıl üretim bölgelerinde de benzer felaketler bekleyebiliriz.
Bir başka harika örnek de okyanus yaşamına olanlar. Geçen yıl kar yengeci mevsimi, milyarlarca kar yengecinin ortadan kaybolması nedeniyle tarihte ilk kez iptal edildi.
Bunun en makul açıklaması okyanusların ısınması. Kar yengeçleri aşırı soğuk sularda yumurtadan çıkar, ancak Bering Denizi son zamanlarda normalden daha sıcak olduğundan, sıcak suların kar yengeçlerini hastalıklara ve yırtıcı hayvanlara karşı daha duyarlı hale getirmiş olması muhtemel. Bering denizinde zaten aşırı avlanma yapılıyordu, ve şimdi iklim değişikliği sorunu daha da kötü hale getirdi.
Aşırı hava koşulları yalnızca mahsul verimini ve balıkçılığı etkilemez, aynı zamanda tedarik zincirlerini de etkiler. ABD’de tedarik zincirinin muhtemelen en önemli kısmı Mississippi nehridir ve nehirde, şu anda su seviyeleri rekor seviyede düşük.
Çoğu mavna sudan geçemiyor ve en az 2000 mavna bu yüzden yedeğe alındı. Amerikan Ticari Mavna Hattı CEO'su Mike Ellis şöyle dedi: "Biz kapanırsak Amerika kapanacak."
Tüm bunlar, küresel nüfus artmaya devam ederken oluyor. En hafif deyimle, durum sürdürülemez. İklim değişikliği sadece çöküşü hızlandırmakla kalmıyor, çöküşün sonuçlarını da büyütüyor.
Buraya Nasıl Geldik?
Çoğu insan medeniyetimizin sürdürülemez olduğuna ve yakın gelecekte çöküşe doğru gittiğine inanmayı reddediyor. Bu yazıda bahsedilen tüm gerçekler kendilerine sunulan ve hala Çöküş’ü kabul etmeyi reddeden insanlar var.
Ama neden? Pek çok olasılık var ama bence en muhtemeli kültürel koşullanma. Doğduğumuzdan beri medya hepimize teknolojinin iyi bir şey olduğunu öğretti. Teknoloji ilerlemedir, ve ne kadar çok teknolojiye sahip olursak toplum o kadar özgür ve mutlu olur dediler. Star Trek dizisindeki gibi.
Yani insanlara teknolojinin aslında gezegeni yok ettiğini ve bizi çöküşe doğru götürdüğünü söylediğinizde, bunu inanmayı imkansız buluyorlar. Hatta şimdi ihtiyacımız olan şeyin daha fazla teknoloji olduğunu bile söylüyorlar. Ama ne yazık ki, bizi bu çıkmaza sokan yöntemlerle sorunlarımızı çözemeyiz.
Şu anda limit aşımında olduğumuzu ve avcı-toplayıcı bir geleceğe doğru gittiğimizi gösteren sayısız bilimsel çalışma var. Bu çalışmalar ölçülen verilere ve temel matematiğe dayanıyor, ancak birçok çevreci bile buna inanmayı reddediyor. Ekonomik büyümenin iyi olduğunu, sadece "yenilenebilir büyümeye" geçmemiz gerektiğini söylüyorlar.
Ancak insanların böyle davranmasının sebebi sadece kültürel koşullanma değil; aynı zamanda korku. Toplumun muhtemelen benim ömrüm içerisinde çökeceğini ilk fark ettiğimde, kendimi bunun doğru olmadığına ikna etmek için gerçekten çok uğraştım. Teknolojik çözümler, yenilenebilir enerji ve sürdürülebilir büyüme hakkında öğrenmeye başladım. Sürdürülebilir büyümenin kendiyle çelişen bir tezat olduğunu fark etmem uzun zaman aldı.
1972'deki Büyümenin Sınırları çalışmasından beri, küresel medeniyetimizin bir gün çökeceği açıktı, ama çok az insan buna inandı. Ancak şimdi, kaynakların tükenmesi ve iklim felaketleri giderek daha bariz sorunlar haline geldiği için insanlar nihayet uyanmaya başlıyor.
Makalemi, Limit Aşımı: Devrimci Değişimin Ekolojik Temeli kitabının yazarı William Catton'dan bir alıntıyla bitireceğim:
İnsanlığın açmazının gerçek doğasını göstermeye çalıştım, onu anlamamız ondan kaçmamızı sağlayacağı için değil, ama eğer onu anlamazsak, onun sonuçlarını daha da kötüleştirecek şekillerde hareket etmeye devam edeceğimiz için.
[Editörün Notu]
Çöküş şimdi ve burada. Maalesef elimizdeki bilgiler, buna şüphe bırakmıyor. Peki bizim, bunu hakkıyla kavrama kabiliyetimiz var mı? Ortaçağ’dan bir köylüyü zaman makinesine koyup günümüze getirdiğinizi ve ona dünyada 8 milyar insan olduğunu, bu insanların Dünya’nın kaynaklarını tükettiğini ve bu yüzden yakında insanlığın çoğunun açlıktan öleceğini söylediğinizi hayal edin. Bunu kavrayabilir mi? Ben bizim de hakkıyla kavrayabileceğimizi düşünmüyorum. Altı üstü 2 metre boyundaki, insan denen aciz mahluğun akla hayale sığmayan büyüklükteki Dünya’nın kaynaklarını tüketebilmesi, hakikaten kavraması zor bir durum. Fakat bir o kadar da gerçek.
Ben yazarın bahsettiği sebeplerin yanında, geleceğe dair beklentilerimiz ve umutlarımızın da Çöküş’ü kabul etmek istemememizin altında yatan mühim bir sebep olduğunu düşünüyorum. Hepimizin ev, araba, tatil hayalleri var. Büyüyüp ilkokula, ortaokula, liseye, üniversiteye gidecek çocuklarımız, sürekli ilaç ihtiyacı olan büyüklerimiz var. Bunun hep farkında olmasak da, hepimiz hayatlarımızın her zamanki gibi devam edeceğine dair gizli bir beklenti içerisindeyiz. Fakat bu beklentimizin gerçeği görmemize engel olmasına izin verirsek, korkarım önümüzdeki zor zamanlara, kendimiz ve sevdiklerimiz için vaktinde hazırlanamayacağız.
Her denk geldiğimizde, içimizden “O duruma asla gelmeyiz canım” dediğimiz, Kızılderili Şefi Seattle’a atfedilen o klişe sözün arkasındaki bilgeliği ancak şimdi anlıyoruz:
Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.